Yalnız kurt, kurt gibi acıkmak, kuzu kılığında kurt…
Kırk bin yıla yakın bir zaman önce başlayan evrim süreçleriyle avcılık için gerekli inanılmaz beden dili yetenekleri, güçlü iç güdüleri ve kocaman dişlerinden neredeyse tamamen yoksun akrabaları köpekler daha çok rağbet görse de kurtlar Türk kültürü dahil pek çok kültürü tAVlamıştır diyebilirim.
Eski destan ve efsanelerde karşımıza yolu gösteren bir bilge (Ergenekon), bir kavmin annesi (Türeyiş) bazen de başkahramanı emzirerek kurtaran bir kahraman (Nart) olarak çıkmıştır bu hayvan.
Batılılarsa çoğunlukla büyü, ölüm ve karanlık şeylerle özdeşleştirseler de Kurt Lupa buna bir istisna olabilir:
Zalim bir kralın boğulmalarını emrettiği ikiz bebekler Remus ve Romulus’u Nart destanına benzer şekilde emzirip büyüten kurt tanrıçadır Lupa.
Daha sonra Romulus kardeşini bir kurt gibi tereddütsüz öldürecek ve adını onun isminden alan “Roma” kurulmuş olacaktır.
Bu vahşi, buram buram kardeş kanı kokan öyküden haliyle nice sanatçılar etkilendi. Bunlardan biri bana okumayı sevdirmekten öte takıntı haline getiren Rick Riordan, diğeri ise şimdi bahsedeceğim bu yazının yıldızı:
Rick’in Roma ve Yunan mitolojisini günümüze taşıdığı, tanrıların ölümlülerden olma çocuklarının başından geçen maceraları anlattığı “Olimpos Kahramanları” serisindeki Jason karakteri Kurt Evi’nde yaşamıştır, bu kurgusal evrende burası tanrıça Lupa’nın Romalı lejyonerleri yetiştirdiği yerdir ve -evet geliyoruz- yazar Jack London tarafından kurulmuştur!
“E yani, sadece romanda böyledir tabii.”
Kitapta adamın adını ilk gördüğümde ben de böyle düşünmüştüm ancak yıllar sonra araştırınca yine bir kurt-köpek öyküsü olan Beyaz Diş’in yazarının tuhaf yaşamının ayrıntılarında kayboluverdim ve kendimi tekrar yıllar önce okuduğum o romanı karıştırırken buldum:
Bir bakıma Rick’in yetiştirdiği bir çocuk olarak aklımda tek bir soru vardı: Jack London gerçekten melez olabilir mi?
“Melez”den kastettiğim kitaptaki Jason karakteri gibi, örneğin Zeus’un ve ölümlü bir annenin oğlu olmak.
Kitaba göre Jack, Merkür’ün -Yunan mitolojisindeki Hermes- oğluydu.
Jack’in böyle bir düşüncesi olduğuyla ilgili elimde doğrudan bir bilgi olmasa da Rick’in romanlarındaki yarı-tanrılarla şaşırtıcı derecede çok ortak noktası olduğunu söyleyebilirim:
Biyografisinde yazana göre annesi spiritüalist bir müzik öğretmeniyken babası William ile (onun da bir astrolog olduğunu söylemeden geçemeyeceğim) yasal bir evlilikleri olup olmadığını bilmiyoruz.
Bu doğumda ve ebeveynlerdeki belirsizlikler, mistik sayılabilecek meslekler daha Jack için bebek adımları…
Jack’in hayatı -ayrıntısına girmeyi ne kadar istesem de kısa keseceğim- oldukça maceralı ve olağanüstü ama bir o kadar da zorlu ve sıkıntılı. Tıpkı Percy, Annabeth, Jason ve diğer melezlerinki gibi!
Çocuk işçi olarak başladığı yolculuğunda sırasıyla bir istiridye korsanı, bir serseri, mahkum ve altın avcısı olmuş. Buradaki anılarından oluşan hikayelerini de orijinal adı “Kurt’un oğlu” olan, bizeyse “Kurt dölü” olarak çevrilen kitabında toplamış.
Jack kurtlar ve köpekler hakkında o kadar çok yazıyormuş ki arkadaşı G. Starling ona “kurt” adını takmış.
1911’de başlayan, yapım sürecinde her şeyiyle ilgilendiği “Kurt Evi” de adını buradan alıyor olmalı; Ne kadar bu yazı boyunca değişen algımızla farklı sebepler arasak da…
Kurt Evi ne yazık ki 1913 yazında daha Jack içinde oturamadan başlayan yangınla kül olmuş. Kundaklamadan şüphelenseler de kanıt bulamamışlar, daha sonraysa işçilerin evin yakınında bıraktığı yağa bulanmış paçavraların yangına neden olabileceği kanısına varmış yetkililer.
Eşi yangından sonra Jack’in içinde bir şeylerin öldüğünü hissettiğini söylemiş. Zaten olaydan yaklaşık üç yıl sonra çiftliğinde bir uyku sundurmasında öldüğünü -böbrek hastalığı ama kimine göre tedavinin ileriki zamanında aşırı alınan morfinden, cinayet ya da intihar, de olabilirmiş- biliyoruz.
Evin kalıntıları bugün “Jack London Tarihi Parkı”nda sergileniyor.
Jack’in maceracı, canlı ve hayvansever ruhunu yaşatmaya çalışan yerler olduğu gibi ondan esinlendiğini öğrendiğimde yazının başındaki kadar şaşırmadığım bir marka da var:
Sonuna kadar vahşi hayatı, özgürlüğü ve doğaya yakınlığı çağrıştıran Jack Wolfskin’in kurucusu Ulrich Dausien her şeyin başındayken pençe tamamen sembolik bir ticari markaymış ancak dünya çapında hemen tanınmış.
Ancak Dausien fikri bulduğunda markanın hâlâ bir adı yoktu:
Birkaç arkadaşıyla birlikte yazar Jack London’ın ayak izlerini takip etmeyi planladıkları Alaska’ya yapılacak bir gezi, bunu değiştirecekti. Bir gün maceracılardan oluşan bir grup büyük bir som balığı yakaladı ve mangalda pişirdi. Ne yazık ki koku, kara bir ayıyı kamplarına çekti. Ayı balıktan payına düşeni alırken Dausien’in alnına pençe atarak onu yaraladı.
Birkaç gün sonra, arkadaşlarıyla kamp ateşinin etrafında oturdular ve yeni marka adı için beyin fırtınası yapmaya başladılar. Ayı ile karşılaşmaları herkesi etkilemiş olsa da, markanın değerlerini bir kurdun daha iyi yansıtacağı konusunda hemfikir oldular. Kurt derisinin daha uygun olacağını düşündüler. Dausien ve arkadaşları ilk adını kahramanları Jack London’dan ödünç aldılar ve Jack Wolfskin doğdu.
Fikir, o zamanlar her yerde bulunan Alman ordusu parkasından gelmiş: Çıkarılabilir bir iç astar, ceketin üç farklı şekilde giyilmesini sağlıyor. Ancak orijinali ağır pamuktan yapılmış ve peluş astarının düğmelerini açmak çok zor.
Ulrich Dausien’in modernize versiyonuysa hafif fonksiyonel malzemelerden ve Tayvanlı bir üretici ile ortaklaşa geliştirilen pratik bir fermuar sistemine sahip.
Bu sayede sadece kakma değil, aynı zamanda kollar da hızlı bir şekilde ayrılabilir oldu.
Doğa Özmen